19 Mayıs 2015 Salı

müzik önerisi buyrun

Ercüment Vural dinleyiniz:

https://www.youtube.com/watch?v=VGmJ7oKv8Zk

23 Şubat 2015 Pazartesi

arigato: Aksi Gibi, Pınar Öğünç

cidden pis, hatta bulaşık, terbiyesiz ve tüketici bir okurumdur, aynı anda değişik veya aynı stillerde 5-6 kitabı birlikte okuduğum olur, bir ikisi yatak başında (uykum da huzursuz ve kaçak olduğundan, kendimi kitapla bayıltırım), birisi bazen tuvalette (obsesif olduğumdan, genelde tuvalette sadece dergi okumayı tercih etsem de), bir tane mutfakta, bir ikisi notu çıkartılmak üzere masada, diğeri masanın yanındaki koltukta otururken okunanlar ve tabii bu mekanlar arasında yer değiştirenler. ama konu benim bir okur olarak berbat alışkanlıklarım değil. bu aralar kendimi romanda Coetzee ve Dostoyevski'yle sınırlamaya çalışıyordum. ve niyetim bir süre boyunca bu okumalara ve uzantılarına ara vermemek, en azından bu defa biraz ciddi ve kararlı olabilmekti.

pınar öğünç'ün "aksi gibi"sini bu yüzden bekletiyordum, aslında tam olarak iradi bir bekletme sayılmazdı bu, yani okumadan bekletme konusunda pek iradeli değilimdir (keşke birkaç çift daha gözüm olaydı), kadıköy'de kitap geçen hafta boyunca tükenmişti, kitabın elinde olduğunu bildiğim arkadaşım da gene pis okurdu ve onun karalanmış, her yanına notlar alınmış nüshasının dikkatimi dağıtmasına, obsesyonlarımı azdırmasına ve daha birçok şeyler yapmasına izin veremezdim. zaten istesem de bu ara kitabı ödünç vermeyeceğini biliyordum. (sürekli hikâyelerden bir şeyler anlatıp duruyor, canımı sıkıyordu,, "bir dur biz de okuyalım arkadaşım" demiyordum, sırf heyecanını kırmamak için.) tüm bu faktörler olmasa o kitabı tuvalete gittiği bir an çantasından hacamatlamayı ben de bilirdim yoksa.

bu gibi nedenlerle efendice beklemedeydim. ta ki aynı arkadaş -dün bir kitaba ihtiyacı vardı- beni kadıköyün gene güzide bir kitapçısına sokana kadar. "tamam, ben de bir aksi gibi patlatırım o zaman kendime," deyip takıldım peşine ama içimden de kitabı bulamamayı diliyordum; sırada söz verdiklerim vardı, ah şu maymun iştahlık! neyse, kitabı aldım neticede, sonra dolmuşa yollandım, ay açmıyim diyorum 10 dakikalık yolda heba olmasın bu başlangıç, hem eve gidip ortalığı toparlar, kedilerin pokunu temizler, alternatif mama uydurup seslerini keser, biraz oynayıp enerjilerini alır, şöyle bir banyo yapar, temiz ev kıyafeti giyer, bir kahve koyup tiril tiril okurum diyorum ama dayanamayıp kitabı açtım, dolmuş kalkana kadar arka kapağı, yazarın özgeçmişini, hazırlayanları, hikaye başlıklarını falan okudum vakit geçsin de başlamayayım diye. ama dolmuşun kalkışı gecikince (bostancı yolunun berbat dolmuşları), "I love you Şermin"i istemeye istemeye bitirmiş bulundum ama hani dikkatimi de tam vermedim ki, eve gidip sonsuz detaydaki işleri halledince pür dikkat, pür haz baştan alırım diye.

neyse, rutin işleri hallettim, kahve içip ortalığı dumana boğmadan yatağa girdim, zaten kitabı eve gidince yatağın başındaki küçük ikinci el komodinin üstüne koymuştum, evdeki şeylerle uğraşırken de karamazovlara mı devam etsem, aksi gibi'ye mi yönelsem onu hesap edip durdum. hem ertesi günü çeviri mesaisi bitince şöyle birkaç temiz saat versem kendime, uykuyla da bölünmez diyorum, beklet pınar'ı diyorum, pis okurluğunla kirletme, çek ellerini! zaten bu tatlı incelikteki kitapları bir şeylerle bölmek adetim değildir, falan filan. böyle böyle, elim kararsızca kırmızı kalın cilde gitti, sonra yatak için bileklerime ağır gelen kitabı dosto'dan af dileyerek kenara bıraktım ve aksi gibi'ye başladım, napayım. uzunca zamandır, gözümden uyku aktığı halde bırakamadım kitabı. o yorgunlukla "I love you Şermin"in sonunda, "seninkilere mi haber versek?" diyor ya Ali, fena oldum, şermin'ler vurulunca, hakkımızı kim savunacak, bütün mesele bu gibi geldi. dostoyevski'nin meftun olduğum büyük metatarihsel soruları uzaktan belli belirsiz görünen bir kıyı gibi kalmıştı. dönüp şöyle bir baktım, geri dönme sözüyle el salladım ve sayfayı çevirdim. "Sağ Göz," ne diyeyim, tüm absürtlüğünün yanında böyle bir narinlik; sevilenlere, anılara, geçip gittiğin yerlere az uzaktan, az değişik bir açıdan bakmak, nasıl da yapraklar gibi inceciğiz.

"Hayvan Kaynakları," "Paket Lastiği," "Bülent Ersoy Taklidi," "Nadide'yle Muhterem," "Salacak'ta Titanik," "900 Saniye," "Soğuk ama Girince Alışıyor İnsan," Vücut A.Ş.," "Kalıcı Makyaj," "Sevgi Sitesi" çok şey düşündüren, su gibi akan güzel hikayeler.

ama "Sokak Kasları," belediye cimnastik aletlerinde egzersiz yapan ev kadınları bu kadar yakınlaştırılamazdı, sağolsun: "verilmesi gereken üç kilolar, beş kilolar dillerine yapışsa da ekserisi tartıyı umursamıyordu aslında. Basensiz, göbeksiz, kollarının altkısmı yumuşamamış kadınlara mahsus o ayrı dünyaya asla dilediklerini kadar yaklaşamayacaklarını bilerek ve bundan çoktan vazgeçerek başka tür bir hürriyet duygusunun cimnastiğini yapıyorlardı orada." demek, cimnastik yaparlarken hafif hafif havalanan başörtülerindeki o güzeller güzeli tezatlık bu hürriyet duygusundan ileri geliyormuş, ben de bakar dururdum, kurban olurum kız. On dört kadının tacizciyi hep birlikte dövdükleri an, şiirsel adaletin hikayede gördüğüm en özgürlükçü örneklerinden biri, insanın ruhu yükseliyor, içi açılıyor. "Nermin, iki eliyle zor kaldırabildiği bir taşı adamın kafasına indirse indirirdi. Kendine şaşırdı. Hem bunu yapabileceğine hem yapmadığına." ne denebilir, sayısız dişil bedeninin ta içinden geçen metalik şiddet, geride bıraktığı burukluk. you're all in my heart sista!

hikayenin şiirsel adaletiyle tatlı tatlı uykuya dalabilirdim, yapmadım. kalkıp üstüme kalın birşeyler, ayağıma patik geçirip soğuk mutfağa gittim. sigara altı niyetine sütün içine bikaç bisküvi kırdım, reçel akıttım, hikayelerle az biraz huzur bulmuş çocuğuma hazırlar gibi, uykumu şefkatle kaçırdım. "Bir derdimiz mi vardı?" okuduğum en yetkin hikayelerden biri, neden tam izah edemiyorum şu an, bu hikayeyi ve diğerlerini daha defaatle okurum nasılsa, o zaman anlatmaya çalışırım belki.

"Evde Yokum," arasında kaybolunan zaman serpintili eşyalarıyla evde tek başına, karanlığın içinde dolaşan aşinasız kalmış bir anlatıcıdan. virginia'nın deniz feneri'ndeki ıssız ev anlatısını getirdi aklıma, çok yerinde bir güncelleme gibi geldi. bunca eşyanın ve hızla akıp giden zamanın içinde, evet, hiçbirimiz evde yokuz. nereye kaybolmuş olabiliriz sahi? hangi ayrıntılar, suskunluklar, düşünceler arasında?

"Köşkteki Kumanda" absürt ve yine gerçeğe çok yakın bir yönetilenler alegorisi, bir kumanda kavgasından ama hikaye üzerine uzun boylu söylenecekleri sonraya bırakıyorum, şu an güzel bir şeyle karşılaşmanın heyecanıyla, yani basbayağı heyecanla yazıyorum, okur olarak bu benim hakkım.

vee yine halika bir memleket ve modern dünya ve pür hali melalimiz alegorisi "Sayın D1 Blok Sakinleri." Geçen sene apartmanda bir bok borusu patlamış ve alt kattaki komşu tuvaletini bok basmaması için üsttekilere boru tamir edilene kadar sifonlarını çekmemelerini, hatta bi süre çiş ve kaka yapmamalarını söylemiş, buna rağmen birileri yapınca hepi topu 3 buçuk katlı apartmanın geri kalan zamanlarda yaban ve nazik fertleri arasında şiddetli bir kavga patlamıştı. anlayacağınız, bütün boklar saçılmıştı! o zaman bu genel kayıtsızlığı, bu üst üste sıçış halini, bu izole nezaketleri ve altındaki makyajlanmış şiddet kıpırdanmalarını, yani tüm bu kanalizasyonu anlatmak için bir apartman alegorisinin kusursuz bir form olacağını düşünmüştüm, yazılmış karşımda bulunca bayıldım! hepsini kökten, en aşağıdan dinamitlemek, gerçek bir özlem bu! kalemle ve türlü silahlarla, ufku "en iyi"ye açılan reddiyelerle yapılan bu irili ufaklı uzlaşmazlık jestleri, dünyanın en güzide beşeri hazineleri, bu böyle gitmez elbet.

okur olarak benim için bir yazarı "büyük" yapan, kendini büyük ve yenilmez gösteren gerçekliklerin içinde pınar arkadaşın da dediği gibi, "laf kıymeti" olmayan suskunlukla geçiştirilen küçük şeyleri dert etmesi, yani optiğini yeterince küçültebilmesi. kelimelerini sessizlikle iş gören müzik notalarına benzetebilmesi. boşluk bırakmayan kelimelerin doluluğu tek başına ne söyleyebilir ki?

büyük meselelere girmekten çekinmeyen sevdiğim birçok yazar var, bir de yeterince küçülmeye çabalamadan ya da buna basbayağı gönül indirmeden büyük kederlerden, büyük insani buhranlardan vs. bahsetmeye iştah kabartan birçok çağdaş yazar. ikincilerin yazdıklarında markalardan, paradan, çalışmalardan, eşyalardan ve gırla ayrıntısıyla yaşanan hayatlarımızdan izler bulmak pek olası olmuyor, kocaman ağızlarından dökülen süslü kelimelerse kocaman cinsiyetaşırı bir pipi sahibi olma arzularını saklamaya yetmiyor çoğu zaman. biz okurlara neyi ispatlamak isterler bilmem, neden bu kadar içimizi daraltır bu fukaralar, tanrı yardımcıları olsun.

işte pınar'ı okurken tüm bunların önemsizliğini hatırladım, öfkemin değersiz zehri aktı gitti, gerisi şuramızda kalsın. uzundur bir şey okurken böyle neşelenmemiş, değişik sesler çıkararak gülmemiştim. bir büyüğümüz ne diyordu: iyi ve hakikatli şeyler neşeyle duyurur kendini ya da buna benzer bir şey, siz anladınız. bereketimizi artırdın pınar arkadaş, arigato arigato!

29 Ocak 2015 Perşembe

korsan'ın hikâyesi - cansu'dan







hayat bizi bildiklerimizle değil yapabildiklerimizle ödüllendirir. bunu anladığımda bir hayli bedel ödemiş bulunuyordum. gerçi bedeller ödemek de güzelmiş, bunu da anlamış oldum. bedel denen şeyin hayatta önce kendimizle barış sağlamamız için geçmemiz gereken yolun bir parçası olduğunu anladım. yolu giderken öğrenilen en önemli şeylerden biri de cesaretmiş, bir de süreklilik, hatta cesaretten bile daha önemli. benim hikayem de derinliklerden gelen bir sesmiş, o sesi farkettiğimde değişimin içine dalmışım. derinlerdeki sesimi dinledikçe doğanın ve sokağın vazgeçilmez canlıları hayvanlara yardım etmeye başladım. onlar da bana gerçek güzelliklere çocuklar gibi sade bakmayı öğretmeye başladılar, öğrenmek karşılıklı. böyle böyle bir şeyler de çözülmeye başladı. önceleri karşıma çıkıp küfreden insanlara kızıyordum, az laf duymadım, az kavga yapmadım. ama dedim ya, bir yerde bunlar da çözülmeye başladı. hayvanlara yardımcı olmaya çalışırken çeşit çeşit kalıp öğretilerle büyütülmüş bazı insan canlıları da kızdırmadan bir tavır geliştirmeye başladım. suçlama yargılama sorgulama yapmadan hepsini doğanın döngüsündeki yerlerine bıraktım. tabii bu kolay olmadı, gene de eskisi kadar tepki göstermediğimi fark etmiş, yani zoru başarmanın hazzını almıştım. artık söylenenlerden o kadar etkilenmiyordum, deli manyak karı orospu falan dediklerinde, eskisi kadar kızmıyor olmak beni hem biraz şaşırtıyor hem de sevindiriyordu. çünkü kimseyi değiştiremezdim ama ben değişebilirdim. bu değişimde hazin bi şekilde de olsa korsan'la yaşadıklarımızın payı var. 

korsan trahom hastalığına yakalanıp tek gözü kör olan köpeğimin adı, diğerleri gibi o da sokakta yaşıyor, yani yaşıyordu. çocuksu sakar hareketleri olan büyükçe bir gövdesi vardı korsanın. sürekli yoldan geçen arabaların önüne koca gövdesini atıp kovalamaktan kendini alamıyordu. bu hareketiyle kendine zarar verecek ya da bir kaza açacak diye ödüm patlıyordu. bir yandan insanların da zarar görmesini istemiyordum. her yola fırladığında korsanın yanına gidip burnunu tutuyor ve sesimi yükselterek bunu yapmaması gerektiğini hatırlatıyordum. o da her kızdığımda kendini çocuklar gibi yere atıp inliyor, yüreğimi yakıyordu ama arabalarla ilgili bu kadar sinirlenecek bir şey olmadığını anlatmak zorunda hissediyordum kendimi. onu bu huyundan vazgeçirmek için dikkatini kendime çekmeye çalışıyor ve oynaması için parkın içine arkadaşlarının arasına getiriyordum. meğerse kızdığı için değil, oyun olarak gördüğü için koşuyormuş arabalara, sonra anladım. çünkü arkadaşlarıyla oynamaya alıştıkça yola daha az gider oldu. korsan diğerleriyle oynarken ben de eğlenerek onlara bakıyor ve her şeyin yavaş yavaş yoluna girdiğini düşünerek seviniyordum. 

etrafta hani bazı insanlar vardır, sevgiyle yapamadıkları şeyleri görmekten rahatsız olurlar. işte onlar beni suçluyor ve köpekleri toplatmak için imza topluyorlardı, dünya sanki hayvanlara da ait değilmiş gibi. onları kimseye şikayet etmedim, kendi aralarında bana hakaretler ediyorlar ama bakıyorlar kadın arsız vazgeçmiyor hayvanları beslemekten, sonunda toplu olarak üstüme gelmeye başladılar. onlara cevap vermeden neşemi korumaya çalışarak hayvanlarla ilgilenmeye devam ettim. onların da yaşadıkları kötü hayatlarından dolayı etrafta sürekli bir suçlu aradıklarının farkındaydım. ama işi bayağı ciddiye aldıklarını görünce kendi insani yasalarını devreye sokarak onu öldürebileceklerini düşünüp korsanı bir ara barınağa göndermek zorunda kaldım orayı hiç sevmediğini bildiğim halde. veteriner onu götürmek için uyuşturduğunda kustu, çok üzüldüm ama ben de hem korkmuştum hem de insanlara anlatmaya çalışmaktan yorulmuştum. çünkü ne kadar anlatırsan anlat karşındaki seni anlamak istediği kadar anlamak istediği gibi anlayabiliyordu sonunda. 

giderken korsanın kulağına eğilip, beni affet bu kadarını yapabiliyoruz diye fısıldadım. ama sözüm söz bir iki hafta sonra gelip seni alacağım, bu ara ortalarda görünmesen daha iyi olur. hem param olunca o hiç vazgeçmediğin yola da heykelini diktireceğim, dedim ona. barınaktayken de ziyaretine gittim, sevgisini aksatmamaya çalıştım. barınaktaki hayvanların durumu hep olduğu gibi içler acısıydı. kendimi onların yerine koyup düşünüyordum, onlar bizi böyle toplayıp bir yere hapsetse ve doğanın bize verdiği hormonlarımızı elimizden alıp kısırlaştırsa biz kendimizi nasıl hisederdik. hiç yolu yok, haklı gösterilemeyecek bir durum. alışılagelmiş bütün geçici çözümler hem hayvanların hem de insanların hayatını mahvediyordu, bunu anlamak için öyle eğitim almış olmaya gerek yoktu, hayvan barınaklarıyla insanların beton evleri birbirine çok benziyordu. 

sonra bir bahar sabahı bir baktım korsan parka dönmüş. ama en çok beş altı gün önce gördüğüm o koca gövde erimiş kemikleri sayılıyor. belki de barınakta açlık grevine girmiş, kendini öldürmek istemiş. onu bir süre ellerimle besledim, sevgisini verdim. yavaş yavaş toparladı, o kışı rahat geçirdi. huylu huyundan vazgeçmez derler ya, o da yoldan hiç vazgeçmedi. ertesi bahar gene hastalanıp zayıf düştü. gene bir özel beslenme yaptık, gene tam yavaş yavaş iyileşmeye başlamıştı ki, olanlar o zaman oldu. oturduğum apartmanın bahçesinde uyurken onu gören başka bir hayvan besleyen arkadaş korsanı alıp veterinere götürmüş. ona ulaşıp kimyasal bir bakıma gerek olmadığını, korsanın iyileştiğini anlatmaya çalışsam da dinletemedim. beni sürekli arayıp suçluyor, tehditvari şeyler söylüyordu, hatta kendine hayvansever diyen başka kişiler de arıyor, hayvana bakmadığım için böyle olduğunu söylüyor ağza alınmıyacak laflar ediyorlar. sadece telefonu kapatıp cevap vermemeyi seçtim çünkü beni tanımıyorlar, kafalarındaki senaryoya göre değerlendiriyorlardı. o zaman hayvanlarla ilgilenen bazı gönüllülerin de kendi tavırlarını değiştirmesi gerektiğini anladım. hayvansever vatansever doğaseverler, sevgiler böyle hiç kimsenin tekelinde olamazdı. kendi önyargılarıyla kavga etmeye hazır olanlar vardı içlerinde. ben de bir herşeysever olarak onları yargılamadan dediklerine aldırış etmemekle yetinmeye çalıştım. sonra korsanı götürdükleri veterineri buldum, onu her sabah ziyaret edip seviyordum. mevsim hastalığı iyiye gitse de, bu defa da fazla ilaç yüklemedinden dolayı böbrekleri çalışmamaya başlamıştı. gene de her gittiğimde onu kafesinden çıkarınca benimle oynuyordu. ama bir süre sonra onu ziyaret etmem yasaklandı. parasal olarak zengin olan başka bir hayvansever aldığı duyumlardan sonra devreye girmişti bu sefer, o da beni tehdit ediyor, polise vereceğinden falan söz ediyordu arayıp. ben de ona beni yanlış anladıklarını anlatmaya çalışıyordum, ayrıca yazılı yasalarından da hiç korkmadığımı söylüyordum. aslolan doğanın yasalarına göre yaşayıp hayvanlara da doğal yollardan bakmaya çalıştığımı anlatıyordum, gene de o beni dinlemekten çok tehdit etmeye devam etti. ben de onun öfkesini alevlendirip korsanın daha fazla yıpranmamasını sağlamak adına bir süre korsana gitmeyi kestim. ama hep aklımdaydı, ona hep iyi dileklerimi gönderiyordum. 

bir sabah gene telefonum çaldı, özel veterinerden arıyorlardı. kimseyi dinlemediği için benim gidip korsanı kafese koymam gerektiğini, onu tedavi için uçakla istanbuldaki büyük bir hayvan hastanesine yollayacaklarını söylediler. hemen gittim, hayvanseverlerden görünürde kimse yoktu, onu kapattıkları kafesi açtım, korsan dedim, kalktı yanıma geldi. kimyasallardan ve hapsedilmekten perişan düşmüştü. avucumda su verdim, yudum yudum içti, yaptığım köfteyi yedirdim. gel çıkalım dolaşalım etrafta dedim, kafesten çıktı biraz dolaştık içeride. veterinerde görevli kadın gelip, fadime hanım kaç gündür yemiyor içmiyor kıpırdamıyor bunu nasıl yaptınız diye sordu. onlar sevilmek ve özgür olmak istiyor, lütfen bırakın ben sokakta bakar iyileştiririm onu dedim. ama emir yüksek yerden, o gün yer ayırtılmış bile uçakta. çok geçmeden uçağa bindirirken kullanacakları kafes geldi. bana yan yan bakan hayvanseverler aralarında dedikodu yapadursun onu götürecek görevli rica etti kafese siz koyun diye. korsan olacakları anlayıp ağlamaya başlamıştı. ben de onlara rica ediyordum, lütfen bırakın ben bakarım o iyileşecek diye. hayvanseverler paralı kadını arayıp telefonu bana verdiler. karşıdaki ses, bakın fadime hanım beni zor kullanmak zorunda bırakmayın diye gene tehdit etti. yapacak birşey kalmamıştı. 

korsanın kulağına eğildim. bak korsan bazen yaşadıklarımız elimizde olmuyor hayatımız bazen başkalarına endeksli olabiliyor. ama sen gene de işe olumlu tarafından bakmaya çalış, bak kaç kişi uçağa binebiliyor. sen bineceksin. artık görüşemeyebiliriz ama hep senin yanındayım, dedim. aracı da veteriner de hastane de alacakları parayla ilgileniyor, hepsi görevini yapıyor. korsanı alıp kafese götürdüm, sonra da arkama bakmadan ağlayarak eve yürüdüm. sonradan öğrendim ki korsan ölmüş, bir hayat daha dünyadan geçip gitmiş. korsan gitti ama yaşadığını bildim. bir gün koştuğu yolun kavşağındaki adamın heykelini kaldırıp yerine korsanın heykelini diktirmek istiyorum ve onu kalbimde yaşatıyorum, kimseyi yargılamadan sorgulamadan kıyaslamadan.

27 Ocak 2015 Salı

bir güzelliğin yaşanmışlığı - cansu'dan

hıncın derin bir çaresizlik, sevgisizlik, yani yoksunluk duygusundan kaynaklandığını, bu düğümün çözümünün ise tepkisiz bir sevgide olduğunu tüm filozoflardan önce Cansu'dan öğrendim-annem (bu bilginin pratiğe dönüşümü üzerinde halen çalışıyorum, ne kadar başarılıyımdır ya da o ne kadar başarılıdır, mutlak başarı diye bir şey var mıdır, bilemem ama kararlı öğrencileriz işte, önemli olan da bu bana kalırsa). uzun zamandır hayvanların sokakta yaşama tabii hakkını savunuyor, kimseye karşı da yapmıyor bunu, öyle kendi kendine takılıyor. her sabah, yoksunluk hissine esir olan kimi insanlarla çatışmamak için güneş doğmadan kalkıp önce kedilerin yemeğini veriyor, sonra da "sevgü sevgü sevgü!" diye deli gibi bağırarak çağırdığı köpeklerin kavga etmemeleri için tek tek hazırladığı porsiyonlarını dağıtıyor evinin yakınındaki parkta ve kulağında müziği dans eder hareketlerle uzun yürüyüşüne koyuluyor. bir sabah şöyle bir şey yaşamış ve yazmış, minimal editöryel müdahaleyle koyuyorum (çünkü cansu Kürdistan dağlarının eski çocuk çobanlarındandır ve noktalama imla bunlara pek takılmaz). yazdığı anekdota "bir güzelliğin yaşanmışlığı" adını vermiş:

sabah her zamanki gibi güne uyanıp parka gittim. önce kedilere yemeğini verip sevgi alış verişini tamamladık. onları beslerken köpeklere de rüşvet olarak kemik verdim. çünkü kemik onlar için bir nevi çerez. kemik yerlerken mutluluk hormonları salgılıyor vücutları ve mutlu olduklarında kedilere saldırmıyorlar. kemik onlar için aynı zamanda bir meşguliyet ve işleri olduğu için de kedilere saldırmıyorlar. hayatın bir eğlence olduğunu onlara bakarak öğrendim. bir şeyleri eğlenerek yapmak onlar sayesinde yaşam tarzım haline geldi. sonra köpeklere ait yemeği ortaya karişik yaptığımda büyük bir poşetin üstüne döküyorum. onlar yemeği yerlerken karnı doyan çekiliyor, aç olan yemeğe devam ediyor. olabilirlik yasasının işleyişi böyle zamanlarda harika görünüyor. tabii öğretilebilirlik de, sonunda aç kalmayacaklarını öğretebildim onlara, kaygıdan kurtulunca kavga etmeyi kestiler. yemeklerini verdikten sonra spora başlıyorum biliyorsun. 

ama bugün bambaşka bir harikalık bekliyormuş beni. koşarken, tepelik bir yerde köpeklerden birinin durmadan yere bakıp havladığını farkettim. tepeye çıkmaya başladım, gözlerimi kamaştıran bir güneş vardı. elimle gözümü gölgeleyerek baktığımda yerden yukarıya doğru bir farenin köpeğe doğru hamle yapıp onu dövdüğünü gördüm. şaşkınlıkla oraya doğru koşmaya başladım. köpek havladıkça o da köpeğe kendini kaldırıp atıyor, köpek korkup geri çekiliyordu. yanlarına geldiğimde fare benden kaçmadı. tersine, sanki artık güvendeymiş gibi kendini temizlemeye başladı. zihnimizde hep pis olarak kodalanmış harika bir yaratıkla karşı karşıya kalakalmıştım. ardından, yanıma gelen ilkokul çağında bir çocukla durup fareyi izlemeye başladık. her iki ön ayağını aynı anda ağzına götürüyor ve salyasıyla her tarafını harika bir şekilde temizliyordu. kendinden emin tavırları çok ilgimi çekmişti. birkaç dakika sonra bütün köpekler yanımıza geldi, fareyle hiddetli bir oyun oynamak istiyorlardı. kesin bir hayır geri çekilmelerine yetti neyse ki. fareninki kadar güzel parmakları ve temiz tırnakları daha önce hiç bir yaratıkta görmemiştim. adeta büyülü bir anın içindeydik çocukla, o da hayretler içinde fareye bakakalmıştı. çevreden geçen insanları çağırıyordum bu harika anı onlar da yaşasın diye, çoğu ayy vayy deyip yaklaşmıyorlardı ama onları da anlıyordum, yani zihinlerindeki haritayı azçok görebiliyordum ve farenin haritadaki olası yerini. sonra farenin can güvenliğin sağlamak amacıyla üzerine yürüdüm ve kaçsın da hayatını kurtarsın diye onu ayağımla hafifçe ittim. ama o bana da karşı çıkarak ayakkabımı dişledi. bunu gören Gewende (cansu'nun gözde köpeği) ona doğru bir hamle yapınca Gewende'yi savuşturdum. her ne olduysa baktım farenin burnu kanıyor. ben nasıl kaygılandım, nasıl bir suçluluk duydum o an. oysa fare hiç umursamadan o kendine güvenli tavrıyla iki ön ayağıyla ağzından salya alıp burnunun kanını durdurdu. huşu içinde kalmıştık çocukla. tam bir çizgi flm kahramanı gibiydi; çizgi filmlerde izlediği kahraman farelerin gerçekte de varolduğunu görmenin şaşkınlığıyla gözleri parlıyordu çocuğun. sonra çocuğa ben köpeklerle birlikte uzaklaşana kadar farenin başında beklemesini söyledim ve koşarak uzaklaşmaya başladım, köpekler de etrafımda birbirleriyle oynamaya. bu muhteşemliği unutmamak için yazıyorum sana. doğa bütün canlılara can verirken kendini hasta etme ya da sağlıklı kalma dizaynını da yerleştirmiş onlara. bütün olay bunu görebilmende. öptüm.

22 Nisan 2014
Gewende mahallenin çocuklarıyla


Gewende parktaki havuzda eğlenirken

12 Ocak 2015 Pazartesi

ıskalanan

etika'dan
"insan zihni insan bedenini oluşturan kısımların birebir bilgisini içermez."
II/XXIV

"insan bedeninin herhangi bir haline ilişkin fikir, insan bedeninin kendisi hakkında birebir bilgi içermez."
II/XXVII

"insan bedeninin hallerine ilişkin fikirler sadece insan zihnine ait fikirlerse, açık seçik değil, bulanık fikirlerdir."
II/XXVIII