23 Şubat 2015 Pazartesi

arigato: Aksi Gibi, Pınar Öğünç

cidden pis, hatta bulaşık, terbiyesiz ve tüketici bir okurumdur, aynı anda değişik veya aynı stillerde 5-6 kitabı birlikte okuduğum olur, bir ikisi yatak başında (uykum da huzursuz ve kaçak olduğundan, kendimi kitapla bayıltırım), birisi bazen tuvalette (obsesif olduğumdan, genelde tuvalette sadece dergi okumayı tercih etsem de), bir tane mutfakta, bir ikisi notu çıkartılmak üzere masada, diğeri masanın yanındaki koltukta otururken okunanlar ve tabii bu mekanlar arasında yer değiştirenler. ama konu benim bir okur olarak berbat alışkanlıklarım değil. bu aralar kendimi romanda Coetzee ve Dostoyevski'yle sınırlamaya çalışıyordum. ve niyetim bir süre boyunca bu okumalara ve uzantılarına ara vermemek, en azından bu defa biraz ciddi ve kararlı olabilmekti.

pınar öğünç'ün "aksi gibi"sini bu yüzden bekletiyordum, aslında tam olarak iradi bir bekletme sayılmazdı bu, yani okumadan bekletme konusunda pek iradeli değilimdir (keşke birkaç çift daha gözüm olaydı), kadıköy'de kitap geçen hafta boyunca tükenmişti, kitabın elinde olduğunu bildiğim arkadaşım da gene pis okurdu ve onun karalanmış, her yanına notlar alınmış nüshasının dikkatimi dağıtmasına, obsesyonlarımı azdırmasına ve daha birçok şeyler yapmasına izin veremezdim. zaten istesem de bu ara kitabı ödünç vermeyeceğini biliyordum. (sürekli hikâyelerden bir şeyler anlatıp duruyor, canımı sıkıyordu,, "bir dur biz de okuyalım arkadaşım" demiyordum, sırf heyecanını kırmamak için.) tüm bu faktörler olmasa o kitabı tuvalete gittiği bir an çantasından hacamatlamayı ben de bilirdim yoksa.

bu gibi nedenlerle efendice beklemedeydim. ta ki aynı arkadaş -dün bir kitaba ihtiyacı vardı- beni kadıköyün gene güzide bir kitapçısına sokana kadar. "tamam, ben de bir aksi gibi patlatırım o zaman kendime," deyip takıldım peşine ama içimden de kitabı bulamamayı diliyordum; sırada söz verdiklerim vardı, ah şu maymun iştahlık! neyse, kitabı aldım neticede, sonra dolmuşa yollandım, ay açmıyim diyorum 10 dakikalık yolda heba olmasın bu başlangıç, hem eve gidip ortalığı toparlar, kedilerin pokunu temizler, alternatif mama uydurup seslerini keser, biraz oynayıp enerjilerini alır, şöyle bir banyo yapar, temiz ev kıyafeti giyer, bir kahve koyup tiril tiril okurum diyorum ama dayanamayıp kitabı açtım, dolmuş kalkana kadar arka kapağı, yazarın özgeçmişini, hazırlayanları, hikaye başlıklarını falan okudum vakit geçsin de başlamayayım diye. ama dolmuşun kalkışı gecikince (bostancı yolunun berbat dolmuşları), "I love you Şermin"i istemeye istemeye bitirmiş bulundum ama hani dikkatimi de tam vermedim ki, eve gidip sonsuz detaydaki işleri halledince pür dikkat, pür haz baştan alırım diye.

neyse, rutin işleri hallettim, kahve içip ortalığı dumana boğmadan yatağa girdim, zaten kitabı eve gidince yatağın başındaki küçük ikinci el komodinin üstüne koymuştum, evdeki şeylerle uğraşırken de karamazovlara mı devam etsem, aksi gibi'ye mi yönelsem onu hesap edip durdum. hem ertesi günü çeviri mesaisi bitince şöyle birkaç temiz saat versem kendime, uykuyla da bölünmez diyorum, beklet pınar'ı diyorum, pis okurluğunla kirletme, çek ellerini! zaten bu tatlı incelikteki kitapları bir şeylerle bölmek adetim değildir, falan filan. böyle böyle, elim kararsızca kırmızı kalın cilde gitti, sonra yatak için bileklerime ağır gelen kitabı dosto'dan af dileyerek kenara bıraktım ve aksi gibi'ye başladım, napayım. uzunca zamandır, gözümden uyku aktığı halde bırakamadım kitabı. o yorgunlukla "I love you Şermin"in sonunda, "seninkilere mi haber versek?" diyor ya Ali, fena oldum, şermin'ler vurulunca, hakkımızı kim savunacak, bütün mesele bu gibi geldi. dostoyevski'nin meftun olduğum büyük metatarihsel soruları uzaktan belli belirsiz görünen bir kıyı gibi kalmıştı. dönüp şöyle bir baktım, geri dönme sözüyle el salladım ve sayfayı çevirdim. "Sağ Göz," ne diyeyim, tüm absürtlüğünün yanında böyle bir narinlik; sevilenlere, anılara, geçip gittiğin yerlere az uzaktan, az değişik bir açıdan bakmak, nasıl da yapraklar gibi inceciğiz.

"Hayvan Kaynakları," "Paket Lastiği," "Bülent Ersoy Taklidi," "Nadide'yle Muhterem," "Salacak'ta Titanik," "900 Saniye," "Soğuk ama Girince Alışıyor İnsan," Vücut A.Ş.," "Kalıcı Makyaj," "Sevgi Sitesi" çok şey düşündüren, su gibi akan güzel hikayeler.

ama "Sokak Kasları," belediye cimnastik aletlerinde egzersiz yapan ev kadınları bu kadar yakınlaştırılamazdı, sağolsun: "verilmesi gereken üç kilolar, beş kilolar dillerine yapışsa da ekserisi tartıyı umursamıyordu aslında. Basensiz, göbeksiz, kollarının altkısmı yumuşamamış kadınlara mahsus o ayrı dünyaya asla dilediklerini kadar yaklaşamayacaklarını bilerek ve bundan çoktan vazgeçerek başka tür bir hürriyet duygusunun cimnastiğini yapıyorlardı orada." demek, cimnastik yaparlarken hafif hafif havalanan başörtülerindeki o güzeller güzeli tezatlık bu hürriyet duygusundan ileri geliyormuş, ben de bakar dururdum, kurban olurum kız. On dört kadının tacizciyi hep birlikte dövdükleri an, şiirsel adaletin hikayede gördüğüm en özgürlükçü örneklerinden biri, insanın ruhu yükseliyor, içi açılıyor. "Nermin, iki eliyle zor kaldırabildiği bir taşı adamın kafasına indirse indirirdi. Kendine şaşırdı. Hem bunu yapabileceğine hem yapmadığına." ne denebilir, sayısız dişil bedeninin ta içinden geçen metalik şiddet, geride bıraktığı burukluk. you're all in my heart sista!

hikayenin şiirsel adaletiyle tatlı tatlı uykuya dalabilirdim, yapmadım. kalkıp üstüme kalın birşeyler, ayağıma patik geçirip soğuk mutfağa gittim. sigara altı niyetine sütün içine bikaç bisküvi kırdım, reçel akıttım, hikayelerle az biraz huzur bulmuş çocuğuma hazırlar gibi, uykumu şefkatle kaçırdım. "Bir derdimiz mi vardı?" okuduğum en yetkin hikayelerden biri, neden tam izah edemiyorum şu an, bu hikayeyi ve diğerlerini daha defaatle okurum nasılsa, o zaman anlatmaya çalışırım belki.

"Evde Yokum," arasında kaybolunan zaman serpintili eşyalarıyla evde tek başına, karanlığın içinde dolaşan aşinasız kalmış bir anlatıcıdan. virginia'nın deniz feneri'ndeki ıssız ev anlatısını getirdi aklıma, çok yerinde bir güncelleme gibi geldi. bunca eşyanın ve hızla akıp giden zamanın içinde, evet, hiçbirimiz evde yokuz. nereye kaybolmuş olabiliriz sahi? hangi ayrıntılar, suskunluklar, düşünceler arasında?

"Köşkteki Kumanda" absürt ve yine gerçeğe çok yakın bir yönetilenler alegorisi, bir kumanda kavgasından ama hikaye üzerine uzun boylu söylenecekleri sonraya bırakıyorum, şu an güzel bir şeyle karşılaşmanın heyecanıyla, yani basbayağı heyecanla yazıyorum, okur olarak bu benim hakkım.

vee yine halika bir memleket ve modern dünya ve pür hali melalimiz alegorisi "Sayın D1 Blok Sakinleri." Geçen sene apartmanda bir bok borusu patlamış ve alt kattaki komşu tuvaletini bok basmaması için üsttekilere boru tamir edilene kadar sifonlarını çekmemelerini, hatta bi süre çiş ve kaka yapmamalarını söylemiş, buna rağmen birileri yapınca hepi topu 3 buçuk katlı apartmanın geri kalan zamanlarda yaban ve nazik fertleri arasında şiddetli bir kavga patlamıştı. anlayacağınız, bütün boklar saçılmıştı! o zaman bu genel kayıtsızlığı, bu üst üste sıçış halini, bu izole nezaketleri ve altındaki makyajlanmış şiddet kıpırdanmalarını, yani tüm bu kanalizasyonu anlatmak için bir apartman alegorisinin kusursuz bir form olacağını düşünmüştüm, yazılmış karşımda bulunca bayıldım! hepsini kökten, en aşağıdan dinamitlemek, gerçek bir özlem bu! kalemle ve türlü silahlarla, ufku "en iyi"ye açılan reddiyelerle yapılan bu irili ufaklı uzlaşmazlık jestleri, dünyanın en güzide beşeri hazineleri, bu böyle gitmez elbet.

okur olarak benim için bir yazarı "büyük" yapan, kendini büyük ve yenilmez gösteren gerçekliklerin içinde pınar arkadaşın da dediği gibi, "laf kıymeti" olmayan suskunlukla geçiştirilen küçük şeyleri dert etmesi, yani optiğini yeterince küçültebilmesi. kelimelerini sessizlikle iş gören müzik notalarına benzetebilmesi. boşluk bırakmayan kelimelerin doluluğu tek başına ne söyleyebilir ki?

büyük meselelere girmekten çekinmeyen sevdiğim birçok yazar var, bir de yeterince küçülmeye çabalamadan ya da buna basbayağı gönül indirmeden büyük kederlerden, büyük insani buhranlardan vs. bahsetmeye iştah kabartan birçok çağdaş yazar. ikincilerin yazdıklarında markalardan, paradan, çalışmalardan, eşyalardan ve gırla ayrıntısıyla yaşanan hayatlarımızdan izler bulmak pek olası olmuyor, kocaman ağızlarından dökülen süslü kelimelerse kocaman cinsiyetaşırı bir pipi sahibi olma arzularını saklamaya yetmiyor çoğu zaman. biz okurlara neyi ispatlamak isterler bilmem, neden bu kadar içimizi daraltır bu fukaralar, tanrı yardımcıları olsun.

işte pınar'ı okurken tüm bunların önemsizliğini hatırladım, öfkemin değersiz zehri aktı gitti, gerisi şuramızda kalsın. uzundur bir şey okurken böyle neşelenmemiş, değişik sesler çıkararak gülmemiştim. bir büyüğümüz ne diyordu: iyi ve hakikatli şeyler neşeyle duyurur kendini ya da buna benzer bir şey, siz anladınız. bereketimizi artırdın pınar arkadaş, arigato arigato!