“Güzel”i Savunmak Gerekir: Virginia Woolf ve Estetik Uzlaşmazlık
Daha önce söylenmemiş
bir şeyi söylemeye çalışırken nasıl güzel yazabilirim ki? […] Bu yüzden
güzellikten el çekiyor ve onu gelecek nesle miras bırakıyorum - Virginia[1]
İngiliz
Dili ve Edebiyatı adlı boğucu kurumda geçen öğrenciliğimden bu yana döne döne
okur, duymaya çalışırım Virginia’yı. Onunla okuru arasına kimseler giremez,
bilirim. Bu yazıda da kendi okurluk deneyimimden hareketle Virginia’nın
güzelliği diyebileceğim bir fenomenle ilgili sezgilerimi açmaya çalışacağım. İlk
okumalarımda tam dile getiremediğim nedenlerle karşısında delice ağladığım bu
kadın, daha sonraları giderek ağlatanın ne olduğunu araştırmaya yöneltti beni.
Sonraki okumalarda, tüm kimliklerin, özdeşliklerin, (t)özselliklerin eriyip
gittiği başka türlü, evrensel bir kaynaşma hissi duydum onda; bu çok güzeldi ama
gene de bir eksiklik vardı, çünkü hâlâ neredeyse sadece ağlıyordum. Ancak daha
sonraki okumalarda fark ettim ondaki yaratıcı jesti: Tüm varlıkların katıldığı o evrensel eşduyum
halini, doluluk ve kaynaşmayla imlenen o saf güzelliği bana bir türlü tam vermiyordu
Virginia (belki verse, kelimeler yetse de verebilse tüm ağlamalarımız son
bulacak, sanatlar eğlencelik bir uğraştan ibaret kalacaktı, biliyorum). Onun
yerine, bu eşduyumun parıltısını bir an gösterir gibi oluyor, sonra onu bile
bile bozuyor, dağıtıveriyor, ortada bırakıyordu. Onun bu saf güzelliği nasıl
bir hakkaniyet duygusuyla bozduğunu da şimdi şimdi anlıyor gibiyim: Acı ve
eşitsizlik yüklü bir dünyada güzelliğin ancak tam bir eşduyumla, deliksiz bir
adaletle mümkün olabileceğini söylüyor ve kendi yaratımının güzelliği için bile
olsa daha azına razı olmuyordu Virginia. Tüm dünya o güzelliğe erişmeden kendi eserinde
eksiksiz bir temsilini sunmaya gönlü razı gelmiyor, gelemiyordu ve onu metnin
merkezinde bir boşluk olarak bırakıyor, daha doğrusu metni bu boşluk etrafında,
ona doğru örüyordu. İşte Virginia’nın güzelliği de, güzellikten anladığı da bu
evrensel adalet istencinden başkası değildi; tek tek güzellikler görülecek, çalışılacak,
işlenecek, kıymetlendirilecekti ama güzellik adaletle tamlanmadığı müddetçe mevcut
dünyayla temsil düzeyinde dahi olsa uzlaşılmayacaktı. Ve ben, sıradan okur, nihayet
ağlarken gülümsemeye başladım, çünkü o düşsel güzelliği Virginia gibi şefkat ve
hakkaniyetle savunma işinin bir şahit olarak okura devredildiğini anlamıştım.
Bir düşün ve emekçisinin hayattaki bedenlere intikal ederek dünyada nasıl yaşamaya
devam ettiğini de.
Burjuva Sanat Rejiminin Biricik
Semptomu: Ölü Güzellik
Virginia’nın
saf bir olumlama olarak ütopyacı güzellik anlayışına geçmeden önce bugünün
hakim burjuva edebiyat-sanat rejimindeki şeyleştirilmiş güzelliğine değinmesem
olmayacak. Çünkü burada Virginia’nın okura sorumluluk şeklinde devreden güzelliğine
ters düşen bir şey var ve bunun tam da onun kendi estetik edimiyle yıkmaya
çalıştığı bir mevcudun ayrılmaz parçası olduğunu düşünüyorum. Malûm, edebiyat
ve sanat çevrelerinde bıktırırcasına Virginia’nın güzelliğinden bahsedilir: kendinin
güzelliği, eserlerinin güzelliği, dilinin, üslubunun, şiirselliğinin,
lirizminin güzelliği, vs. saymakla bitirilmez. Virginia’nın bu her şeyinin güzelliğine
ilişkin bitmez sayıklamaların okur açısından işleviyse, onu daha bir huşu
uyandırıcı ve anlaşılmaz kılmaktan başka bir şey değildir bana kalırsa. Aynı güzellik
senalarının yanına eklenen, edebiyatta yüksek modernizm, bilinç akışı tekniği,
modern bireyin iç dünyasına sıkışmışlığı vb. uzmanca sayıltılar da bu
anlaşılmazlığı perçinlemekten fazlasını yapmaz çoğu kez. Nihayet entelektüel
alandan sürülmüş bîçare okurun karşısında donuk mu donuk formel güzelliği ve
tüm erişilmezliğiyle eşitsizliği telkin eden bir Edebi Tanrıça büstü gibi göklere
çıkarılır Virginia. Etrafını saran mistifikasyon halesi büstün yüksek kaidesindeki
“Uzman Olmayan/Sıradan Olan Giremez,” “Dokunmayınız” yazılarını adeta görünmezleştirmiştir.
Virginia’nın ona bugünün burjuva “yüksek” kültüründe (daha doğrusu, Baker’in
deyişiyle “yarım kültürlülüğünde”) atfedilen fetişleşmiş güzellikleri şu siyah-beyaz
genç “kızlık” resimlerinde cisimleşiyor adeta: dantelalı soluk beyaz
elbisesinin içinde, solgun teni ve ölgün bakışlarıyla masum bir bakire olarak
Virginia’nın güzel cesedi (corpse)
ile sözümona dantelsi bir dille işlediği külliyatı (corpus) arasındaki bağdan bahsediyorum.[2]
Corpse ile corpus, yani ceset ile külliyat arasındaki bu etimolojik bağ; tamamlanmış
biyografisiyle sanatçının bedeninin sonradan fotoğraf imgesinde kazandığı
bütünsellik ile geride kalan külliyatının bütünselliği arasında kurulan bu bağ nihai son, mutlak kapanış anlamındaki bir ölümle dolayımlanır. Burjuva
kültürünün, mistifiye edici halesiyle bedenen ölmüş sanatçıları ve eserlerini belli
anlaşılabilirlik/ifade edilebilirlik kalıplarına dökerek çevreleyen, “konserve
eden” (Baker), (ekonomik ve sembolik-söylemsel düzeyde) sermayeleştiren
mülkiyetçi-muhafazakâr jestinin bu ölü, şeyleşmiş güzellikten daha iyi bir semptomu
olabilir mi? Virginia ve diğerlerinin etrafına çatılan bu sabit çerçeveler
birçok açıdan tabutu anımsatmıyor mu? Oysa estetik bir faaliyet olarak sanatsal
yaratımın “armağan” niteliğini teslim edenler, onun etrafına, belli zümrelere artı-değer
yahut ayrıcalık pazarlama işlevi gören sınırlar çekilemeyeceğini, ona bu tür kapanımlar,
sabit formlar atfedilemeyeceğini bilir.[3]
Çünkü armağan niteliğindeki değerler tekil bir biçime (bu ister belli bir
söylem çerçevesinde sunulan hoş bir görsel imge, ister biyografik bütünlük ve
tutarlılığa sahip bir öznelik figürü, ister başlangıç ve sonla imlenen bir kitap/eser,
isterse tamamlanmış bir külliyat biçiminde olsun) hapsedilmeye çalışıldığında, armağanın
alâmetifarikası olan dolaşım hareketleri kısıtlanır. İşte bir armağan olarak
her türden (yaratıcı) güzelliği sabit bir değer biçiminde şeyleştiren mülkiyet
biçimi onu temellük yoluyla kendine ayırırken böyle çürütür. Hâl buyken, güzel bakirenin
ölü olmasında şaşılacak bir yan yok, değil mi? Virginia’nın yaratımını
bütünsellik ve kapanım figürleri yoluyla tanımlayan bu ölü güzellik anlayışı, mülk
edinilmiş ve mülkiyet merkezinde örgütlenmiş, ayrımlaşmış, kompartımanlaşmış
bir dünyaya aittir.[4] Oysa
aynı kompartımanlaşmış dünyadaki “duyumsanabilir olanın paylaşımı”na[5]
yapılmış bir etki olarak değerlendirdiğimizde, Virginia’nın yaratımı herhangi
bir türsel uzlaşıma yahut içi boş bir güzel yazı (belles lettres) faaliyetine indirgenemeyecek denli kuşatıcı ve
sınır tanımaz bir estetik müdahale
olarak çıkar karşımıza. Nitekim kendini (Edebiyat kurumunun bir memuru
anlamında) bir romancı,[6]
hatta (bütünlüklü, biyografik bir şahsiyet anlamında) Virginia olarak bile değil,
“sadece bir duyarlılık”[7]
olarak tanımlayan canlı Virginia’ya geçmek, böylece uzmanlık kültünün sıradan
okura ve onu havale ettiği sıradan duyum alanına çektiği epistemolojik sınırları
aşmak da bu yolla mümkün olabilir. Yani Virginia’nın estetiğiyle/duyumuyla daha
dolaysız, eşit ve özgür bir karşılaşma. Yani Virginia’nın çalınıp hapsedilmiş güzelliğini
kurtarma ve yaşamsal hareketine geri kavuşturma. Öyleyse, mülkiyetin (Baker’in
deyişiyle) kadastrolanmış, haritalanmış dünyasının ambalajlı ölü güzelliklerini
şöyle bir kenara koyalım ve Virginia’nın aynı dünyanın bütün bir duyumsal
sathında iş gören estetiğinde güzelliğin nasıl hayata dönük bir iddiaya
dönüştüğüne bakmaya çalışalım. Zira Virginia’nın amaçsız bir formel güzellik
için kalemini kıpırdatmadığı, velhasıl güzelliği kendine ayırmaya gönül
indirmeyecek kadar dünyayla başı dertli bir yaratıcı olduğu malûmumuz.
Virginia’nın Ütopyacı Güzelliği:
Daha Azıyla Yetinilmeyecek
Virginia
güzellik temasına belki de en yoğun odaklandığı, güzelliği farklı oluş
hallerinin ve bakışların kesiştiği parçalı bir duyum düzleminde birçok farklı
veçhesiyle, (adalet, eşitlik, özgürlük, kalımlılık, sonsuzluk, aşk, vs.)
çeşitli olumlayıcı nosyonlarla yan yana ele aldığı Deniz Feneri’nde[8]
(1927) Mrs. Ramsay’nin görsel bir imgesini yakalamaya çalışan ressam Lily’nin
ağzından şöyle der: “İnsanın görmek için elli çift gözü olmalı, diye düşündü, o
kadını her yanından adamakıllı görebilmek için bu kadarı bile yetmezdi. Bu
gözlerden biri onun güzelliğine karşı tümden kör olmalıydı” (235). Biteviye
“edebi”[9]
güzelliğinden bahsedilen bir sanatçı olarak Virginia burada hem genel olarak
sanatta, hem de kendi eserlerinde formel güzelliğe alınması gereken mesafenin şifresini
veriyor gibidir. Çünkü Virginia’nın eserlerini salt formel bir güzellik
nesnesine indirgediğimizde, güzel formun altındaki sancılı estetik devinimi
göremeyiz: Tıpkı bir nilüfer çiçeğinin altındaki bataklığı görememek gibi bir
şey bu. Halbuki Virginia bize dört başı mamur olay örgüleri ya da kurgular,
kendi üstüne kapanmış dil evrenleri, “doyurucu” cevaplar ve çözümler sunmaz.[10]
Bunun yerine, imgelerle iş görür; “önceden hazırlanmış sahnelerde, tutarlı,
bütünlük içinde değil de, sadece imge[ye]” yaslanarak, “hiçbir zaman sonuca
ulaştırmadan; sadece ima ederek”[11]
yazar; sadece yazmak da demeyelim de, bütün duyu düzeylerini (görme, işitme,
vs.) yardıma çağırarak duyumsatır. Her duyumun başka bir duyuma (sözgelimi kokunun
renge, sesin dokunuşa) dönüşebildiği, her olma halinin bir başkasıyla içsel
etkileşime girebildiği, hiçbir şeyin sadece kendi olmadığı ya da kendiyle özdeş
olmadığı süreğen bir oluşsallık düzlemidir Virginia’nın eserleri.[12]
Bu yönleriyle bizi sanatların ve türlerin modern sınıflandırılmasını da, onlar
için kullanılan “güzel” yargısını da askıya almaya çağırır, çünkü o ne
edebiyattır, ne romandır, ne de güzeldir; duyulur dünyanın sathındaki özgür estetik/duyumsal
devinimdir. Virginia’yı sadece dille yakalamanın, üstüne anlam veya kavram ağları
atmanın zorluğu da buradan gelir. Bununla birlikte, sabit formdan ziyade,
harekete yöneldiğimizde, güzelliğin metnin bir sıfatı değil, bu estetik
hareketin etrafında gerçekleştiği bir boş merkez olduğunu görebiliyoruz: Ütopyanın
yer tuttuğu boşluktur bu.
Virginia’nın DF’de
güzelliği farklı veçheleriyle (doğal, nesnel, yaratıcı, kadına veya anneye özgü,
vs.) ele aldığını söylemiştim. Burada tek tek hepsini irdelemek mümkün olmasa
da, metindeki güzellik izleğini takip edebileceğimiz iki belirgin figür var:
Güzelliğin ölümlü bir taşıyıcısı ve yayıcısı olarak Mrs. Ramsay ve kalımlı,
ütopik sembolü olarak Fener. Ve bu iki güzellik figürüne karşı belli bir yapıcı
yönelim içinde olan iki karakter: Mrs. Ramsay’nin güzelliğini araştırıp görsel
bir imge şeklinde resimde yeniden üretmeye çalışan ressam Lily ile bir düşler diyarı
olarak hayalinde canlandırdığı Fener’e gitmek için can atan, Mrs. Ramsay’nin
küçük oğlu James.
Virginia DF’de sekiz
çocuklu “sıradan” bir ev kadını olan Mrs. Ramsay’nin idealize kadınlık-eşlik-annelikle
tanım kazanan gündelik edimlerinde güzellik ideasının neredeyse tüm sıfatlarını
cisimleştirir: Canlı, yalın, içten, müşfik, besleyici, birleştirici, ilişki(ler)
kurucu, derleyip toparlayıcı, üretken, düzenleyici ve hayatı olumlayıcı. Güzelliğini
gittiği her yere kendiyle birlikte bir “meşale” gibi taşıyan Mrs. Ramsay ise kendi
güzelliğine kayıtsızdır ve ailesi ile etrafındakilerin hayatını çekip çevirmeye
adamıştır kendini: Felsefe profesörü kocasının sıkça sarsılan özgüvenini dik
tutmaya çalışır kendini feda edercesine, bekâr kadınları evlendirip çocuk yapmaya
teşvik eder, misafirlerinin içlerini görüyormuş gibi maddi-manevi ihtiyaçlarını
karşılamaya çalışır, kasabadaki yoksulları muntazaman ziyarete gider,
fenercinin kemik veremi olan oğlu için çorap örer, çocuklarının düşlerini ve umutlarını
besler (Sözgelimi hava tahminlerine ve barometrelere atfen fırtına
beklendiğini, bu yüzden Fener’e gitmelerinin imkânsız olduğunu hatırlatıp duran
Mr. Ramsay’e ve müridi Mr. Tansley’e rağmen, oğlu James’e ertesi gün hava güzel
olursa Fener’e gideceklerini söyleyerek umudunu diri tutar.) Bununla birlikte,
Mrs. Ramsay başkaları için güzel kılmaya çalıştığı hayatla kimsenin bilmediği
bir alışveriş; onun hoyratlığı, gelgeçliği ve kaosuyla bir mücadele içindedir:
“Acı, ölüm ve yoksullukla” üstlerine atılan hayatı alt etme mücadelesidir bu. Mrs.
Ramsay’nin “ardında sırlar taşıyan” tekil güzelliğine en sorgulayıcı bakışı
atan ve onda tümel bir güzelliğin ipuçlarını bulup çıkarmaya çalışan tek kişi ressam
Lily’dir. Lily DF’deki erkek
karakterlerin “kadına” özgülediği, hatta (entelektüalite karşısında) cahilce
bir duyarlığın üstüne gerilmiş hoş bir örtü addettiği bu güzelliğin ardındaki
irfanı araştırır. Mrs. Ramsay’nin erkekleri kayırdığını, her kadına evlenip
üremeyi salık verdiğini ve kendini hep geride tutarak kocasına boyun eğdiğini
görür görmesine ama onun, rasyonel kocası ve entelektüel dostları tarafından
pek kale alınmayan duyarlığındaki keskinliği de yakalayıverir: “O yalınlığıyla
zeki insanların yanlış anladığı şeylerin doğrusunu görüyordu. Ondaki o düşünce
dürüstlüğü ve kesinliği de dimdik düşen bir taş gibi, kusursuzca konan bir kuş
gibi doğruca istediği yeri buluyor; ruhu bu nedenle kendiliğinden, bir şahin gibi
süzülüp inerek gerçeği kavrıyordu – belki de insanı boş yere sevindiren,
rahatlatan, yaşatan da buydu” (45). Lily evli, çocuklu ve bereketli Mrs.
Ramsay’nin ölümünden sonra bu güzelliğin ardında gizli kalmış, ideal güzelliğe
ait yönleri yalnız ve çocuksuz bir kadın mirasçı olarak sahiplenir ve kendi
yaratımı dolayımıyla hayata nakleder. On yıl sonra Mrs. Ramsay’nin yarım kalan
resmini tamamlamak için tuvalin başına geçtiğinde, onun tüm “dar görüşlülüğünü,
çağdışı düşüncelerini daha iyi bir biçime sokabileceğini” (208) fark eder ve onun
geçici güzelliğinin hayatı olumlayan yanlarını resminde kalıcı ve yeni bir
bütünlüğe sokar. Lily “busbulanık” resminin ortasındaki boşluğu, fırçasıyla
çektiği çizgiyle doldurur DF’nin sonunda.
Lily’nin merkezdeki boşluğa çizdiği bu çizgi, fiziken pek güzel sayılmayan,
üstelik bir de hemcinslerine layık görülmeyen işlere yeltenen bekâr ve çocuksuz
bir kadın olarak Mrs. Ramsay’den seçerek aldığı mirasın sürekliliğini imler.
Lily’nin resmini, Virginia’nın kendi estetik edimi üzerine düşünmesine aracılık
eden bir meta-eser (yok-eser) olarak düşündüğümüzde, ortadaki boşluk
manidardır. “Boşluğa doğru yolunu bulmaya çalışan” (205) Lily’nin resmindeki bu
boşluk şimdideki öznenin geçmişi ayıklayarak kurtaran, güncelleyen hareketiyle tümlenir:
Bu kurtarıcı hamleyle, “güzellik onlarla bir olacak, boşluk dolacak, o boş
kıvrımlar biçim alacak, eğer vargüçleriyle seslenseler, Mrs. Ramsay geri
gelecekti” (215). Sanatsal edimin güzellikle ilişkisi işte bu boşluk doldurma, biçimlendirme,
(dağılan parçaları) birleştirme ve ölüleri diriltme dolayımıyla kurulur.
Virginia ise, kendi metninin ortasındaki boşluğa böyle tamamlanmış bir güzellik
imgesini (formu) değil, onu yakalayan ideal sanatçının varoluşsal çabasını (hareketi)
yerleştirir. En nihayet, insan “şu resmin (eserin) kendisini değil, belki de
amaçlananı düşünerek ‘sonsuza dek kalacak diyebilir’” (214). Nitekim “acının,
ölümün ve yoksulluğun” hüküm sürdüğü bir dünyada, ideal güzelliği simgeleyen o
boşluğu dolduracak hiçbir sabit tekil form yoktur. Mühim olan, tekil güzellikleri
seçip ayıran gözün hayatı kıymetten düşüren her şeye karşı hayatı olumlayan tüm
değerlerin bir adı olan güzelliğe, o ütopik boşluğa doğru kararlı yönelişidir.
Ve Mrs. Ramsay’nin geçici güzelliğinin kalımlı karşılığı ihtiyar
Deniz Feneri. Fenerin ışığı tıpkı Mrs. Ramsay’nin “güzelliğinin meşalesi” gibi
bütünleştirici, kuşatıcı ve hayatı olumlayıcıdır. “Dünyanın yapamayacağı hiçbir
kötülük olmadığını” (85) kendine söyledikten sonra istifini bozmadan örgüsünü
örmeye devam eden Mrs. Ramsay gibi kayıtsızdır Fenerin güzelliği de. On sene
boş kalan evin içinde, savaşın ve zamanın yarattığı bütün yıkıma, yıpranmaya
karşı kayıtsızca dolaştırır ışığını. Her şeye rağmen, “yengi iyiliğindir, kalan
mutluluktur” der gibidir (161) ve evdekileri “karanlığın perdelerini” (173)
kaldırıp dışarıdaki güzellikleri görmeye davet eder. Dalgaların salınımı ve
dünyanın kargaşasının ortasında ışık saçan Fener küçük James için erişilmez bir
ütopya diyarına aittir. James küçükken Mr. Ramsay’nin rasyonel gerekçeler öne
sürerek gitmesine engel olduğu Fener’e on yılın ardından gene onun zoruyla
götürülür kız kardeşi Cam’le birlikte. İki kardeş babalarının “kara
kanatlarının,” “tunç gagasının” gölgesinde isteksizce Fenere doğru giderken
sessizce bakışarak birbirlerine bir söz verirler: “İkisi de ölünceye kadar
kıyıcılığa karşı duracaklarına ant içtiler.” Virginia bu andı defaatle
tekrarlar: “Eli hangi işte olursa olsun […] hep o şeyle savaşacak –James o şeye
kıyıcılık, zorbalık diyordu—herkese yapmak istemediği şeyi zorla yaptıran,
onlara ağız açtırmayan o şeyi yere çalıp ayaklarının altında ezecekti” (220). Çocukluğunun
düş diyarı olan Fener şimdi babasının onu zorla götürdüğü bir yer olarak gözüne
bambaşka görünür yaklaştıkça. James’in ütopya imgesinin üstüne “zorbalığın,
kıyıcılığın” gölgesi düşer gibi olur: “Fener o zamanlar, sisler içinde gümüş
gibi parıldayan bir kuleydi, akşamları birden açılıp, tatlı tatlı bakan sarı
bir gözü vardı. Oysa şimdi […] Fener buydu demek?” James tüm betonarme gerçekliği
içinde görmüştür Feneri ama çocukluğunun bir an solmaya yüz tutan bu ütopik
imgesini bir hamleyle hemen geri yakalayıverir: “Hayır, öteki de Fener’di.
Çünkü hiçbir şey sadece tek bir şey değildi […] Bazen körfezden güçlükle
görülürdü. Akşamları insan başını kaldırıp bakınca durmadan açılıp kapanan o
gözle karşılaşırdı, bu ışık sanki gelir, o açıklık, güneşlik bahçede onları
bulurdu” (222). Gerçeği tüm katı olgusallığına rağmen, hayalinde yeniden
yaratabilmiş; çocukluğunun biricik güzellik imgesini babasının temsil ettiği kıyıcı
rasyonaliteye, sessiz boyun eğdiriciliğe karşı savunabilmiş, koruyabilmiştir genç
James. O da tıpkı Virginia gibi saf güzelliğin, tahakkümün olmadığı bir
dünyanın erişilemez bile olsa, uğruna mücadele edilesi bir ütopya olduğunu duymuş,
onu yeniden canlandırmış ve mevcutla uzlaşmamıştır James. DF’de umudun kapısı, Lily ile James’in düşsel güzelliği, saf
olumlama olanı, özgürlük, adalet ve eşitlikle tınlayan ütopyayı geçmişteki
tekil örneklerinden ve kıyıcı bir şimdinin elinden çekip aldıkları bu kurtarıcı
hamleyle açılır okura. Virginia’nın gelecek nesiller dediği okuruna devrettiği
güzellik mirası budur işte.
Sonuç Yerine
Şu
yüksek modernizm lafları, uzmanca “edebilik fetişleri,” türselleştirmeler,
tarihsiz dönemleştirmeler, bilimsellik kisvesi altındaki ayrım ve ayrıcalık
(Bourdieu) üretici mistifikasyonlar nasıl da kutucuklara sokup,
hareketsizleştiriyor Virginia’yı. Oysa o hep devinerek birleştirmek istiyor ve
modern kapitalist dünyanın haritalama metotlarını reddediyor: Onun, yaşam
deneyimini kedi kumu kutularına dönüştüren ayrıştırıcı bilgi rejiminin, tanımlı
kimlik-öznelik kiplerinin, iktidar üretici kodlarının, tahakküm kurucu
ikiliklerinin oluşturduğu bu böl-parçala-yönet duyumsallığını her düzeyde ifşa
ediyor Virginia. Kitabın bir başı-sonu; resmin çerçevesi; öznenin özdeş bir
biyografisi; bilimin, sanatın, politikanın ve tüm bilinebilirlik alanlarının kurumsal
bir çatısı; çalışmanın, eğlenmenin, okumanın ve her türlü olma halinin bir
yeri-zamanı olduğunu dayatan bu parselleyici estetik-politik ideolojinin üstüne
yeni bir duyumsal ağ örüyor Virginia. Onda güzelliğin parıltısı, biteviye eşitsizlik,
adaletsizlik ve özgürlüksüzlük üreten bu tunçtan, bu kunt aygıtın kesintiye
uğradığı anlarda yanıyor. Virginia bizim güzelimiz çünkü bu aygıtın ancak güzellik
sevdalıların olumlayıcı edimleriyle hükümsüz kılınabileceğini söyleyen bir güzellik
sevdalısı o:
Sevdanın bin bir biçimi vardı. Öyle sevdalılar vardır ki
her şeyi parçalarına ayırıp, içinden istediklerini seçerler, sonra onları yan
yana koyup birleştirirler, böylece o şeylere gerçekte varolmayan bir bütünlük
vererek, bir sahneden ya da bir insan topluluğundan (artık o şeylerin, o insanların
hepsi yok olmuş, bir yana gitmiştir) hâlâ insanı düşündüren ve sevdalandıran o
derli toplu bütünlerden birini yaratırlar. (229)
[1] Akt. Maggie Humm, “Beauty and Woolf,” http://roar.uel.ac.uk adresinden
ulaşılabiliyor. Asıl kaynak: A Reflection
of the Other Person: Collected Letters 4 1929-31, haz. Nicholson &
Banks, Londra: Hogarth, 1994.
[2] Latince corpus sözcüğü belli
bir eserler gövdesi anlamında
“külliyat” anlamının yanı sıra, bir canlının ölü “beden”ine, cesedine,
kadavrasına gönderme yapar. Bkz. http://www.merriam-webster.com/dictionary/latin
[3] “Armağan” ve sanatın armağan niteliği konusunda yararlandığım eser
için bkz. Lewis Hyde, Armağan, çev.
E. Ayhan, İst: Metis, 2008. Bu bağlamda, armağan kapanım yerine açıklık, durağanlık
yerine devinim/dolaşım, bütünsellik yerine süreğen oluş, mülkiyet yerine
paylaşımla tanım kazanır.
[4] Modern (ulus-)devletin yasa ve kurumlar yoluyla mekânın; kapitalist
üretimin de zamanın ve karşılıklı ilişkilerin düzenlenişini mütehakkim biçimde
belirlediği bir dünyanın kompartımanlaşmasından bahsediyorum. Böyle bir dünyada
zaman, mekân, deneyim, bilgi, öznelik, anlaşılırlık, ifade edilebilirlik ve
duyumsama alanlarının nasıl belirgin çizgilerle birbirinden izole edildiğine,
böyle sınırlarla haritalanmış bir dünyada özgürlüğe yer olmadığına şahidiz
çoktandır.
[5] Jacques Rancière bu terimi duyu algısı,
düşünce ve eylemin olanaklılık koşullarının yanı sıra, neyin duyularla
algılanabileceğini siyaseten belirleyen a
priori kodlar, yasalar manzumesine atıfla kullanır. Ranciere’ye göre,
siyaset edimi, algı koşullarının çeşitli sınır ve ayrımlarla belirlenmesine
tekabül eden estetik bir edimdir aynı zamanda. Sanatsal edimse bu durumda
(kabaca) duyumsanabilir olanın bir yeniden-paylaşımına karşılık gelir. Bkz. Politics of Aesthetics, Fr. çev. G.
Rockhill, NY: Continuum, 2004, s. 12-19.
[6] Virginia türlerin kabına sığamadığını bizzat şöyle belirtiyor
güncesinde: “Kitaplarım için ‘roman’ kelimesinin yerini alacak yeni bir isim
bulmak istiyorum. Virginia Woolf’un yeni ….’si. Ama nesi?” (Bir Yazarın Güncesi, çev. F. Özgüven,
İst: İletişim, 2008, s. 108). Gerçekten de Virginia’nın yaratımı tür olarak
romanın (hikâyenin, vs.) ve bir kurum olarak Edebiyatın sınırlarını aşarak,
diğer türlere ve sanatlara budaklanır, tüm bu ayrımların nafileliğini ve mevcutla
yetinmeyen yaratıcının kendine tanıması gereken sınırsız özgürlüğü
gösterircesine.
[7] Eserlerinde özneyi bir merkezilik figürü olarak değil (nitekim onun
karakterlerinde bile bir tutarlılık aramak zorlama kaçar), her durumda belli
ilişkisel, duyumsal ağlar içerisinde bir saçılmışlık olarak sahneleyen Virginia’nın
kendisinin de “Virginia” olmakta zorlandığını güncesinden anlıyoruz: “Bazen
Virginia olmayı seviyorum, ama ancak parçalarım saçılmışken ve türlü türlüyken”
(a.g.y., s. 71).
[8] Bundan sonra eseri metin
içinde DF kısaltmasıyla anıyorum
(çev. N. Akseki Öncül, İst: İletişim, 2000). Öncül’ün çevirmen önsözündeki şu semptomatik
yorumunu aktarmadan edemeyeceğim: “Woolf […] akşam evine yorgun argın dönen
insana yazmak istemiyor, vd.” (s. 15). Yukarıda bahsettiğim Virginia mistifikasyonunun
temelindeki sınıfsal eşitsizlik tınısını duymuyor muyuz burada? Virginia ve
“yüksek” sanat, çalışmaktan yorgun düşmüş bedenlere göre olmadığını söyleyen o sesi?
Oysa bir çeviri işçisi olarak Virginia’yı genelde yorgun bir bedenle okuduğumu,
dahası onun son kertede biz yorgun bedenlerin özgürlüğü için yorulduğunu
söylemeliyim. Tabii Öncül’e özgülenemeyecek kadar genelleşmiş bir ideolojik
bakış bu.
[9] Virginia buna “edebilik fetişi” der (Günce, 280).
[10] Virginia güncesinde umutsuz olmadığını ama “halihazırdaki cevapların
yetmediği” yerde, “el yordamıyla yeni cevaplar arama ve eskilerini baştan atma
süreci[nin],” hele de “yerine ne koyacağınızdan hiç de emin değilseniz, hüzünlü
bir süreç” olduğunu söyler ve eserlerinde toplumsal çözümler, mutlu sonlar
sunan yazarlara atıfla şöyle der: “Mutlu cevaplar –doyurucu çözümler- peki
kabul edilebilir cevaplar mı, eğer insanın kendi ruhuna bir parçacık saygısı
varsa?” (a.g.y., s. 26).
[11] A.g.y., s. 206.
[12] Virginia’nın estetiğini oluşsallığı bakımından en iyi duyan kişilerden
biri, kuşkusuz, Ulus Baker’dir. Bkz. Yüzeybilim
Fragmanlar, “Oluş-Düşünce…” bölümündeki yazılar, der. E. Berensel, İst:
Birikim, 2009.